22 Nisan 2013 Pazartesi

Öylesine...


Cama vuran 3-5 damla, beni hüzünlendirmeye yetti de arttı  bile ...

Yağmurlu havalarda hep hüzün kaplar yüreğimi.
Özlerim uzaktakileri, yada en yakınımdakileri...

Özlemek benimle doğmuş, adım ondan bu olmuş meğerse...

sevgiler
nehircce




16 Nisan 2013 Salı

Güzel bir hikaye ...

Ben bugün aşağıdaki yazıyı okuduğumda çok etkilendim.Belki sizinde güncel sitelerde dolaşırken, ilginizi çekmiş, okumuşsunuzdur..Makalenin sonuna geldiğimde benim gözlerim doldu ,kendimce bazı dersler de çıkardım,belki size de ışık olur...


ÜŞENMEDEN OKUMANIZI TAVSİYE EDERİM ! 

BÜTÜN ANNE BABALARIN VE 
ÖĞRETMENLERİN OKUMASI GEREKEN BİR HİKAYE


Bir gün seminere başlamadan önce kısa boylu güler yüzlü birisi geldi, Hocam elinizi öpmek istiyorum, dedi. Ben el öptürmekten pek hoşlanmadığım için, yanaktan öpüşelim, dedim, öpüştük. Aramızda şöyle bir konuşma yer aldı:
- Hayrola, neden elimi öpmek istedin?
- Hocam, üç yıl önce sizin bir seminerinize katıldım. Hayatım değişti.

O seminerden sonra daha mutlu bir ailem var ve size teşekkür etmek istiyorum; onun için elinizi öpmek istedim.
- Ne oldu, nasıl oldu?
- Üç yıl önce şirketimizin organize ettiği iki günlük bir seminerde bizimle beraberdiniz. O seminerin bitişine doğru dediniz ki, "Bir insanın ana vatanı çocukluğudur. Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu olması çok zordur. Bir annenin, bir babanın en önemli görevi, çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına
olanaklar yaratmaktır."Bir süre sustu, bir şey hatırlamak ister gibi düşündü, sonra konuşmaya devam etti:
- Hatta daha da ilerisi için söylediniz; dediniz ki, "Bir ulusun en önemli görevi çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına
olanaklar yaratmaktır." Ben bir baba olarak sizi duyduğum zaman kendi kendime düşündüm: Ben bir baba olarak çocuğumun çocukluğunu doya doya yaşamasına fırsatlar yaratıyor muyum? Böyle bir sorunun o zamana kadar hiç aklıma gelmediğini fark ettim. Ben ne yapıyorum, diye düşündüm.
Benim yaptığım sanırım birçok babanın yaptığının aynısıydı. Dokuz yaşındaki oğlum ben işten eve gelince beni görmemeye, benden kaçmaya çalışıyordu. Neden kaçmaya çalışıyordu, biliyor musunuz, Hocam?
- Hayır, neden?
- Çünkü onu görünce hemen şu soruyu soruyordum. "Oğlum bugün ödevini yaptın mı?" Tuhaf tuhaf bakıyor, gözünü kaçırıyor, daha da
*sıkıştırınca, hayır anlamına gelen, "cık" sesini çıkarıyordu.* Kızıyordum, söyleniyordum, "Niye yapmıyorsun ödevini!" diyordum.
Aramızda sürekli tartışmalar, sürtüşmeler oluşuyordu. Tabii bunun sonucunda bütün aile huzursuz oluyordu.
Burada biraz sustu, soluklandı. Sanki hatırlamak istemediği anılar vardı; onların üstesinden gelmeye çalışıyordu. Sonra konuşmaya devam etti:
- Ben sizin seminerinizden çıktıktan sonra düşünmeye başladım. "Ben ne biçim babayım," diye kendime sordum. Seminer için geldiğim*
İstanbul'dan çalışma yerim olan Kayseri'ye gidinceye kadar düşündüm; otobüste bütün gece düşündüm ve sonra kendi kendime dedim ki, eşimle konuşayım, biz birlikte bir karar alalım. Diyelim ki bu çocuk isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama doya doya çocukluğunu yaşasın.
- Radikal bir karar!*
- Evet, uçta bir karar, ama bu karar içime çok iyi geldi, Hocam.
Gerginliğim, üzüntüm gitti, içim rahat etti. Ben eve gelince eşime dedim ki, hadi gel otur, konuşalım. Yemekten sonra oturduk konuştuk, çocuklar yattı biz konuşmaya devam ettik. Seminerde anlatılanları aktardım, böyle böyle böyle diye izah ettim ona ve en nihayet dedim ki, ya benim gönlümden ne geçiyor sana söyleyeyim. Bizim oğlumuz var ya bizim oğlumuz, o isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama çocukluğunu yaşasın! Şimdiye kadar onun çocukluğunu yaşamasıyla ile ilgili pek bir çaba göstermedik, bir bilinç göstermedik, oluruna bıraktık. Gel şimdi değiştirelim bunu.
- Eşiniz ne dedi?
- Hocam biliyor musun ne oldu?
- Ne oldu?*
- Karım hayretle bana baktı ve dedi ki, "Bu ne biçim seminer be! Kim bu adam? Öyle şey mi olur; yok bizim ki çocukluğunu yaşayacakmış!
Bizim çocuk çocukluğunu yaşarken öbürküler sınıflarını geçecek ilerleyecek! Öyle şey olmaz."

- Anlıyorum; anne olarak çocuğunun geride kalmasını istemiyor, kaygılanıyor!
- Fakat hocam ben pes etmedim, bırakmadım, mücadeleye devam ettim.
Her gün, her akşam gece yarılarına kadar karımla konuştum. Üç gecenin sonunda bana, peki ne halin varsa gör, dedi.
- Pes etti, yani. Peki, sen ne yaptın?
- İşte onu dediği günün sabahı eşofmanımı, ayakkabımı şöyle kapının yanına bıraktım işe gittim; işten dönünce oğlumun gözüne baktım ve dedim ki, oğlum bugün doya doya oynadın mı? Bana hayretle baktı ve "Hayır!" anlamına gelen "cıkk" dedi. O zaman, hadi gel beraber aşağıya ineceğiz, oynayacağız, dedim. Eşofmanımı giydim, ayakkabımı giydim, onunla beraber sokağa çıktık. Pencereden arkadaşları bakıyorlarmış, onlar da sokağa çıktılar; birlikte sokakta oyun oynadık. Akşam saat altıdan sekiz buçuğa kadar sokaktaydık. Eve gelince toz toprak içindeyiz, beraber banyoya girdik, duş yaptık. Havluyla kuruladım, çok mutluyduk ve o günden sonra işten dönünce her gün onunla oynamaya başladım. Her gün, her gün, her gün oynadım.


Yedi gün sekiz gün sonraydı galiba, bir gün banyodan çıkarken onu kuruluyorum havluyla, kolumu tuttu, bana döndü ve dedi ki, baba ya, ben seni çok seviyorum. Hocam nefesim durdu, gözüm yaşardı, konuşamadım. Çünkü farkına vardım ki, şimdiye kadar sevdiğini hiç söylememişti. Düşündüm, şimdiye kadar hiç söylemediğinin farkında değildim; belki ömür boyu söylemeyecekti.

"Ne büyük tehlike!" diye düşündüm. Ömür boyu onun bana bu cümleyi söylemediğinin farkında olmayacaktım.
- Demek farkına vardın, seni kutlarım. Senin farkına vardığın bu durum birçok anne ve babanın farkında olmadığı gizil, örtük ama önemli bir tehlike!
- İçimde bir şükür duygusu, havluyla çocuğumu kuruladım ve giydirdim ve artık her gün oyun oynamaya devam ettik. Zaman geçti, iki hafta sonra okul, öğretmen veli buluşması için okula davet etti. Daha önceki veli buluşmalarında öğretmen, "Sizin oğlunuz akıllı bir çocuk, ama ödevleri kargacık burgacık yazıyor, dikkat etmiyor. Sınıfta arkadaşlarını rahatsız ediyor, onları itiyor kakıyor, lütfen onunla konuşun. Ödevlerine ilgi gösterin, sınıfta arkadaşlarını rahatsız etmesin. Ödevlerini doğru dürüst yapsın," demişti. O nedenle öğretmen buluşmasına gitmekten çekiniyordum. Bu davet gelince ben eşime dedim ki, hadi okuldaki buluşmaya beraber gidelim!
Yok, dedi, sen tek başına gideceksin, ben gelmeyeceğim.
- Eşiniz gelmek istemedi!*
- Hayır istemedi. Ya beraber gidelim, diye ısrar ettim hayır hayır sen yalnız gideceksin dedi. Ben yalnız gittim ve diğer veliler geldikçe sıra bende olduğu halde sıranın arkasına geçtim, sıranın arkasına geçtim ki başka kimse olmadan öğretmenle konuşayım, diye.
Mahcup olacağımı düşünüyordum. Her şeyin daha kötüye gittiğini düşünüyordum. En nihayet bütün veliler öğretmenle konuşmalarını bitirip gittiler.
Sıra bende! Öğretmenin karşısına geçtim, bana baktı gülümsedi, siz ne yaptınız bu çocuğa, dedi. Hiç cevap vermedim, önüme baktım. Lütfen söyleyin ne yaptınız bu çocuğa, dedi. "Çok mu kötü hocam?" diye sordum. Gülümsedi, hayır, kötü değil, dedi. "Artık sınıfta arkadaşlarını hiç rahatsız etmiyor, ödevleri iyileşti, tam istediğim öğrenci oldu. Ne yaptınız bu çocuğa siz?"

- Herhalde bir baba olarak çok mutlu oldunuz?
- Hocam biliyor musunuz öğretmenin karşısında ağlamaya başladım.
İnanamıyordum kulağıma, içimden, vay evladım, biz sana ne yaptık şimdiye kadar, duygusu vardı. Eve geldim, karım yüzüme baktı, gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı. "O kadar mı kötü?" diye sordu. Ona da cevap veremedim Hocam, ona da cevap veremedim! Ağladım. Daha sonra anlattım.
Hocam onun için sizin elinizi öpmek istedim, teşekkür ediyorum.Benim oğlumun ve onun küçüğü kızımın hayatını kurtardınız. Ailemin mutluluğu kurtuldu. Hakikaten bir insanın anavatanı çocukluğuymuş. Anavatanı mutlu olan bir çocuk çalışmasını, okulunu her şeyini bütün gücüyle yapar ve orada başarılı olurmuş.
"Gel seni yeniden kucaklayayım!" dedim. Kucaklaştık.
"Çocuklar Gülsün diye!" yaşayalım. Çünkü insanın anavatanı çocukluğudur.
Çocuklar gülerek, oynayarak büyürse, sonunda büyükler güler.
Büyükler mutlu olup gülümseyince tüm ülke, tüm insanlık güler.
Çocukların gülmesine hizmet veren herkese selam olsun!

Doğan CÜCELOĞLU

9 Nisan 2013 Salı

Güzel Cumartesi ...


Ne güzeldin sen Cumartesi,ne iyi ettin sıcacık güneşle bütünleştin, kuş sesleriyle içimize neşe ve keyif verdin…

Biz oğlumla zamanın kollarından seni çekip aldık.Doya doya bir gün geçirdik. Kadıköy de önce sanat deyip bir tiyatro izledik .(Karagöz Tatlıcı)güldük, eğlendik, alkışladık şarkılar söyledik …Ağzımız kulaklarımızda tiyatrodan çıktık…Oyun  mu çok  komikti yoksa benim bücür mü  keyifliydi, ben ondan mı mutluydum bilmiyorum…
Tiyatro çıkışı ne yapmak istersin, diye sorduğumda denizi ve vapurları izlemek isterim dedi .Deniz kenarındaki o koca dürbünlerden birine yaklaştı anne bana 1 lira lütfen, yakından görmek istiyorum vapurları dedi. Bir müddet izledi sıkılmadan, süre dolunca ee hadi biraz daha gezelim dedi…

Önce Bahariye de yürümeye karar vermiştik.Ona  sade,bana çekirdekli simit alacaktık.Yolun karşısına geçmek için ışıkları beklerken arkadan Moda Tramvayının  geldiğini gördük.Şöyle bir göz göze gelip liseli aşıklar gibi,binelim mi ne dersin dedim,önce biraz tereddüt etti ama tamam cevabı da hemen peşine geldi…  Durağa kadar koştuk . İstanbul da doğmuş büyümüş iki insan;  ama henüz binmemişiz Moda tramvayına hadi onun yaşı küçükte benim de hiç fırsatım olmamış demek ki…Yıllar geçmiş ben bu günü beklemişim oğlumla olması gerekiyormuş meğer ….İçeri girdiğimizde o nostaljik görüntü çok hoşumuza gitti.Duraklara yaklaşırken yada karşımıza bir yaya çıktığında çalan uyarı zil sesi, içindeyken daha bir güzel geldi. Sevimli genç bir arkadaş bize yer verdi ,hala yanınızdaki çocuk yüzünden yer alabiliyor olmak fena bir duygu değilmiş…

Tramvaydan inme vakti geldiğinde oğlum halinden memnun, sanki yol daha uzun olsaydı, ifadesiyle iniverdi, biraz buruk.

Çay bahçelerine doğru yollandık.  Moda Çocuk Bahçesinin önünden geçerken oğlumun o parktaki küçüklük hallerini hayal ettim. Keyifle eşimle onun oyundan usanmasını beklediğimiz Pazarları düşünmek, sonra toz toprak içinde yanımıza gelip hadiii gidebiliyyiz dediği anları hatırlamak iyi geldi …

Hemen çay bahçesinin yanındaki simitçiden taze sade simit alıp,(çekirdekli olanlardan satmıyordu )tam da istediğimiz gibi denize  yakın, masalardan birinde yer bulup oturduğumuzda, bizimki memnun ,mutlu  gülümsedi bana…

Ben çay ,o su istedi. Aldığımız simit mis gibi kokuyordu.Paylaşalım mı dedim, hemen böldü uzattı . Biraz sonra  çayım da gelmişti.Ben bir yandan çayımı içip bir yandan simit yerken, anneee ben kalan çayını içebilir miyim dedi :) şekersiz çayıma kırmızı beyaz çay tabağında bekleyen, şekerleri atıp tatlı hale getirdi.İştahla içti,sonra pis pis sırıttı suratıma ‘’ee sen benim simidimden isterken iyiydi ‘’der gibi…

Bense, çayı da simidi de paylaşacak kadar büyümüş bir oğlum olduğu için, sırıttım o güzel gözlerin,içine içine…

Çay keyfi bitince hadi sahil boyu yürüyelim dedi bizim ki, koca adam gibi, ee hadi dedim biraz uzun sürecekti oysa… O kayalıklardan yürümek istedi, ben çimlere basmak…Biraz ondan biraz benden yine paylaştık uzun Moda sahilini, yolculuk bitip metroya binme vakti geldiğinde ikimizde çok mutluyduk…

Ne iyi ettin sen bize, güzel Cumartesi…

06.04.2013

Sevgiler
nehircce